Ne garip insanların ortak bir tarihe sahip olması; her şey
sadece bir savaşlar ve barışlar, haklılar ve haksızlar, dinler ve imanlar
kavgası olarak hazırlanmış. Oysa ki, hayatlar uzun ve kısa, vakitler geçmiyor,
insanlar yalnız, bütün umutları kaybolmuş, ruhları hüzün dolu, tüm çocuklukları
ezip geçiyor tekerlekler. Oysa bazen hiçbir şey olmuyor işte, bir mezar alıp
kendine, beklemek zorunda kalıyorsun ölümünü, kulakların donuyor ya da şehirler
arası bir yolda tarlalarda otlar sallanıyor, seralarda muşambalarda prematüre
hayatlar doğmuş, hıyabanlarda ağaçlar uluyor…
Hayat bir kurgu. İnsan zihni kadar büyük bir şov değil
sadece. Yaşam bir acılar, gülüşler, sevişler, nefret edişler bütünüyken,
marketlerin hazır yiyecek reyonlarına dönüşmüş beyinlerinden yayılıyor
hikayeler insanlar arasında.
Tüm sorun aslında bununla başlıyor. Doğa bize plastiği
vermedi; biz bulduğumuz maddelerden onu oluşturabildik. Doğa bize makineleri
vermedi; metali saklıyordu içinde, biz onları zorla kazıdık. Simya vardı en başta
ve insanlar kendi türünden sundukları kurbanlarla alıyordu dünyanın gün ışığına
çıkmamış yavrularını. Dünya bize kumu sundu; kum ısıtıldı, dondu ve cam oldu,
arkasına sır kondu ve insan kendi yansımasını gördü. Kırılgandı aksı. Yansıma
kırıldı ve metaller devrimi yaşandı. Dev kuleler inşa edildi. İnsan her şeye
hükmeder oldu. Kullanılmaz metaller arka bahçelere gömülür oldu. Ve dünya
öğütmedi onları, erken çalınmış yavrularını emzirmedi, plastiği almadı içine.
Ve insanlar hiç düşünmediler nereden geldiğini
kullandıkları tüm nesnelerin.
Bütün mesele işte burada cereyan etti. Unutturmak. Yeni
yaratılmış gerçekliğin, gerçek gerçeklik olduğuna inandırılmak. Ve buna inanmak
istemek. Alan mutlu ve veren mutluydu. İnsan ölümlü, doğa ise vahşiydi. Doğadan
güçlü olmaya kaptırdı insanoğlu kendini.
Eski dünyada her şeyin tanrıları varken, insanlar rüzgara,
su damlalarına, doğaya saygı duyarlardı, kendilerine de. Sonra Allah tek bir
baba oldu. Onun oğlu oldu, onun elçileri oldu. Onu tanımaları için öldürmek,
korkusunu iliklerine kadar salmak farz oldu. Aslında bu da doğruydu; saygının
yeniden biçimlendirilmesi. Zeus Allah oldu, Hades Azrail. Afrodit, köpüklerin
tanrıçası, lağım atıklarından makyaj sektörüne malzeme oldu, 80lerde türk
filmlerinde pornografik bir unsur olarak kaldı. Bir Poseidon kolu bacağı kırık
kenara saklandı, bir o kurtulabildi, ele avuca sığmadığından, yerden göğe,
gökten yere hiç durmadan dönebildiğinden, yakılamadığından, tutulamadığından,
sızabildiğinden, taşabildiğinden, eriyip, donabildiğinden. Poseidon’un dölleri evrenin
bir başka ücra köşesine aktarılıyor ve orada damlaların dev dinginliğinde,
orajlar haykıran gün ve gecelerde yeni bir dünya yaratıyor. İşte bu yüzden dünyayı
insanlardan kurtaracak olan sular olmalıdır. Hephaistos, ki bu efsanevi
demirci, bu uygarlığın ve şehirlerin ve en görkemli yapıların ilhamı, bu çirkin
ve topal adam… Ve kendisinden ateşi alıp, sırf içini kemiren bir intikam için,
onu hak etmeyen insanlara armağan eden Prometheus… Şimdi sevgili Hephaistos ve
Prometheus, mutlu musunuz, tüm bu silahlar masum insanları öldürür, tüm o
fabrikaların bacaları tüm canlıların ciğerlerini katranla kaplarken? Hak etmiş
mi insanlar onlara sunabildiğiniz şeyleri? Kullanmayı öğrenebilmişler mi? Memnun
musunuz hediyelerinizin insan denen minik zavallıların elinde kendilerini yok
edecek birer oyuncağa dönüşmesinden?
Sonuç olarak tanrılarca tanrı katletmiş, egodan dev bir
tanrı yaratmış, onu dansöze çevirip, orasına burasına para değil, gökdelenler
takmış, ırksal tarihler yazmış, dağları oyan, kör bir tür var karşınızda.
Şehirlerde hayvanları kısırlaştırıp, buna doğum kontrolü diyor ve içlerini
rahatlatıyorlar. Böceklere rahat vermeyecek ufaklıktaki kutularda tavuk, kör
ahırlarda kuzular yetiştiriyor ve bunları yerken adına beslenme diyor insanlar.
İnsanı kurtarmaktan bahsedebilmek oldukça güç.
İnsanı kurtarmak için tek yöntem insanlığı tamamen yok
etmektir.
Tanrılar şimdilik öldü. Yaşıyor yalanlar ve katliamlar.
Tarihin gizli pek çok yanı var; asla bize sunulan tarihin
doğru olduğuna inanmadım, hiçbir zaman. Ancak içten içe her zaman emindim ki
bizden gizli tutulan her şey var. Bir yerlerde çok büyük bir hata yapıldı,
yanlış bir tercih, koca dev bir yanlış hesaplama. Ve bir anda olacak korkunç
bir patlamaya kadar bu herkesten saklanacak. Belki Edison’a kadar uzanıyor bu
sır, belki Demokritos’a; kiminle ve ne zaman başladığıyla ilgili hiçbir fikrim
yok. Ancak tüm bu uygarlığın bu hatayı gizlemek üzerine kurulduğuna adım kadar
eminim. Size sunacak bir kanıtım da yok; yazdığım hiçbir şeyde olmadığı gibi.
Belki de tam olarak budur Pandora’nın kutusunun içinde saklı tuttuğu, umut
değil, esas ve öz doğru, bilgi. Tüm hayatımız boyunca aradığımız, eksikliğini
çektiğimiz ve özlediğimiz odur.
Bu yüzden kütüphaneler yakıldı işte, bu yüzden yazamadan
insanlar asıldı, bu yüzden yazsalar da öldürüldüler. Ve katliamlar bambaşka
birer kahramanlık öyküsü oldu. İnsanlar zorlaya zorlaya bambaşka ne yalan tarihler
yazdılar. Kulaktan kulağa dolaştı tüm hikayeler, dinlemeyenler, anlamayanlar ve
unutanlar yüzünden koca yokluklar oldu tüm gerçekler sonunda…
Çağın ihtiyacı olan, büyük depremler ve tsunamiler, hortumlardır,
yıkan gerçeklikler… Ve yerine yenisi inşa edilebilecek gerçeklikler. Ve yeniden
yanıltılabilecek gerçeklikler. Yaptıklarının, düşündüklerinin en doğru olduğuna
ikna edilecekleri yeni, ancak eskisinin aynısı bir sistem, yeni bir horoz
çöplüğü, yeni bir dünya düzeni ve işte böyle tekrar kör olacak gözleri.
Kocaman bir felaket olup, bütün dünya alt üst olunca
binlerce yıl sonra, yeni bir medeniyet bir daha kurulduğunda, iki arkeolog
(belki o zamanda isimleri farklı olur) yan yana duran antik kentlere ve günümüz
kentlerine bakacak ve bir anlam veremeyeceklerdir. Bir tarafta üst üste
konulmuş taşların yıkıntıları, diğer tarafta plastiklerin yok olmamış
kalıntıları. Birbirlerine manasızca bakıp, omuz silkerler herhalde; birini
yapan adamlar nasıl diğerini de yapmışlar diye.
Dinozor kemiklerine hiç yakından bakamadım, Anadolu’da
dinozorlar yaşamadı herhalde. Ne kadar garip ve değişiktiler kim bilir. Ya da
uzaya giden bir tanıdığım da hiç olmadı. Sanırım astronotlar pek meşgul
olmalılar. Oysa ki pek çok şimşek gördüm, pek çok gök kuşağı, kimi yangınlar;
dumanı değil, ağırlığı can yakan, kalp kıran; ormanın çığlıklarını duydum çıtırtılarında
dalların. Yine de Ay’a, Mars’a giden bir tanıdığım hiç olmadı. Uz-Ay’dan
çekilen fotoğraflarını gösterdiler dünyanın, hiç inanmadım. Ay’a gidişin
filmini gösterdiler ancak bir Kubrick film seti ile uzay bu kadar benzer olamazdı.
O kadar uz’a asla gidemedi insan. Eğer giderse orayı da katleder, orada da
gökdelenler diker. Ve insanın dünyada yaptıklarının bir bedeli varsa, o da buradan
çıkamamak olmalı. Asla ama asla nefes alamamalı burası dışında. Ve asla
öğrenememeli dışarda neler olduğunu; kendi etrafındakilere bu derece kör
olmuşken.
Keza uzaylılar da bizimle muhabbet etmek istemiyor olmalı.
Aptallarla kimse arkadaşlık etmek istemez.
İnsanların hatalı olduğu noktalardan biri daha;
yönetilmeye olan inançları. Ya da çağlardır süregelen iktidara boyun eğme
alışkanlığı. İnsanlar demokrasinin var olduğuna inanıyor. Düşünebiliyor
musunuz? Görüşlerine uyan birine oy vereceklerine, oy verdikleri insanın çıkıp,
kendilerini en ahlaklı şekilde yöneteceğine inanıyorlar. Sanki devlet
başkanlarının krallardan, padişahlardan farkı varmış gibi… Var aslında. Sadece
sayıca daha fazlalar, baş edilmesi daha güçler, daha karmaşık bir yapılaşmaları
var. Saçma sapan bir düzen. Boyun eğme düzeni, modern kölelik.
Kör bir çağın çocuklarıyız biz. İçimize, beynimize giren
bilgiler o kadar fazla ve yoğun ki her bir duyumuz gittikçe köreldi. Asıl
görkemli parıltı da burada ateşleniyor ‘hafıza’. Dün öğrendiğimizi bugün hatırlayabilecek,
sindirebilecek kadar durmamak; ne zaman akışı içinde, ne de bilgi. Böylesine
korkunç bir şuursuzluğun bir parçası olmak ve hayata devam etmek; boyun
eğişlerden biri daha, geçici acı sahiplenişleri, geçici hüzünler ve düşünceler.
Zaten döndüğünü bildiğin bir dünyada durup şöyle bir omzunun ardına, kalbinin
derinlerine bakmak daha fazla acıdan başka neye yarar?
Nasıl olsa değişmeyecek bunlar; nasıl olsa silahlar var
ve her dakika bir canlıyı daha öldürüyorlar. Nasıl olsa bu hiç bitmeyecek ve
sen nefretten değil acıdan erimiş, yok olmuş kalbinle, yapayalnız, çırılçıplak
ruhunla karşılarında öyle inançla ve öylesine diz çökmeden, öylesine gururla
dikilirsen, seni de vuracaklar. Yok olacaksın. Tek bir şarkı daha
söyleyemeyecek, güneşin doğuşunu bir daha göremeyeceksin.
Unuttuğun şey işte bu olacak kör ruh;
Dursan, sen de güneş olacaktın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder