Hikayenin bir kısmı minik çelişkilerle dolu...
Kasvet, zamanla yerleşmişti şehre, tüm duvarları, taşları
yosun tutmuş, yeşilleşmişti. Üzerlerinde türlü böcekler, salyangozlar,
solucanlar sürünüyordu. Doğa tekrar ele geçirmeye başlamıştı herşeyi. Bunların
hepsi korkunç olayların sonucu olmuştu. Günlerce yağan bembeyaz kanat rendeleri
toprakları dondurmuş, muşambalar içinde üretilen, petrol tadında besinler bile
büyüyemez olmuştu. Güneş tüm sıcaklığını çektikçe dünyadan, ateşin de söndüğünü
görmüyordu zavallılar...
Artık kimsenin birbirine güveni yoktu.
Hatırlarsınız; yeşil saçlı o güzel tanrıçanın karnından
kazınarak çıkarılan madenler için, o güzel, olgunlaşması beklenmemiş bebekler
için, artık eskisi gibi kimse hiçbirşeyi kurban etmiyordu. Bu yüzden o madenler
artık tüm bu yaratıkların hayatını kolaylaştırmak yerine sadece canlarını
alıyorlardı. Aptal insanoğlu kendi cenneti yerine kendi cehennemini yaratıyordu
çürüyen tırnaklarıyla...
Aptal insanoğlu
tanrıları bile tek tanrı yapmıştı. Her canlının, her cansızın, her bir şeyin
ruhunun olduğunu unutmuş, kendi vücutlarının bile pek çok organdan, pek çok maddeden meydana geldiğini unutmuş,
kendilerini gibi tek sanıyorlardu tüm tanrıları da.
Ve tüm bu tekinançlılar, tüm tanrıların, tüm o muhteşem
ruhların, bu bencil, bu aşağılık yaratıklardan, bu dünyadan elini ayağını
çekmesine sebep olmuş, uzaklardaki yeni dünyaları izlerken, bu beyinleriyle
övünen mahlukların birbirlerini acımasız, manasız katline bakmaya tenezzül bile
etmemelerine sebep olmuştu.
Dünyanın en zamlanan anlarından en herhangi birinde, en
olmaz bir anda ve gelmiş geçmiş tüm haritaların tam ortasında bir kasaba vardı;
iki denizin ortasında ve iki kulağı iltihaplanmış, kendi tanrılarına şark
koşan, ölümsüzleşmek için öldüren sessizce; kanı içinden oluk oluk ama kör,
sağır ederek akan.
O sahil yörelerinde, tostların içine çiğ balıklar
koyuyorlardı. Albinolar bunlarla besleniyor ve kılçıklarla dişlerinin arasını
temizliyorlardı. Dünya korkunç zamanlarından birinde dahaydı. Fazla söze gerek
yok; ne çok kadim günlerdi ne de çok güzellerdi.
Tutarsız sesleri seven cadı, kendi kafasında da tutarsızdı.
Hazdan yaptığı büyülü bir kıyıda yaşıyordu, duvarları yaladığında omurgası
dikleşiyordu tekrar, yıkılan her duvar onu ve diğerlerini daha da
yaklaştırıyordu sonsuz karmaşaya. Büyüye inanıyordu ve büyülerle boyuyordu
hayatları.
Cadı, olan bitenden oldukça rahatsızdı. İnsanların elinden
tüm dostlarını, düşmanları da olsa tüm diğer garip yaratıkları ve ruhları
kurtarmak istiyordu. İnsan yılının ilk gecelerinden birinde evinde gözlerini
kapadı, elini bacaklarının arasında, kasıklarında gezdirdi. Tüm hilkat
garibeleri, tüm o garip ruhlar için kendi içinden çıkan suyla alevlendirdi
evindeki ateşlerini, bütün o garipleri korkunç bir güç için evine davet etti.
Ertesi sabah kediler, köpekler ve cinler uyandırdı cadıyı, kendi
tüyleriymiş gibi yalıyorlardı kadının siyah beyaz saçlarını. Cadı insan uykusunun
karanlık perdelerini kaldırdı, büyük pencerelerden içeri soğuk ışıklar girdi,
gölgeleri giyindi ve kapıdan uzandı.
Çıktığı sokaklar binlerce cücelerle, cadılarla, yüzü olmayan
adamlarla, ördek ayaklı insanlarla doluydu. Kuğular daha yeni uçmaya
başlamışlardı gökyüzünde. Yağmur yerine sinekler yağıyordu gökyüzünden o
günlerde.
Uzak bir kayanın üzerinde yaşadığı rivayet edilen ve
yosunlara tapan şifacı geldi ilk olarak aklına; kadim bir dostuydu, pek çokları
tarafından sevilen, doğru sözlü bir büyücüydü. Onu bulmak için gölgeleriyle dar
sokaklardan, kanallardan, bacalardan geçti. Hissettiği keskin soğuk kanını
dondurmuştu ama içindeki o istek durmasını engelliyordu.
Yosun saçlı büyücü aniden belirdi karşısında; ‘Biliyordum
beklediğini ve bekliyordum bu zamanı,’ dedi.
‘Güzel,’ dedi orospu ruhlu cadı, ‘Zaman geldi.. Yüzyıllar
öncesinden dostumuz o korkunç aynalı gardiyanı da katmalıyız aramıza. Ne kadar
kalabalık olursak o kadar çabuk getirebiliriz o günleri.’
Aynalı gardiyan tüm zamanların çirkinliğiyle bekliyordu güçlü
karanlığın kapısında, varlığının etrafındaki aynalarla yaratıkların içlerindeki
kötülüğü kendilerine geri yansıtıyordu. Ve bilirsiniz, herhangi bir şeye karşı
durmak ondan sonsuzca uzak olduğunuz anlamına gelmezdi.
Tanımlayabildiğiniz, anlayabildiğiniz herşey sizde de var
olurdu.
Dans ederek yürüyordu cadı ve şifacı, dilleriyle dudaklarını
yalıyor ve kendi etraflarında dönerek ilerliyorlardı, beyaz, bembeyaz
albinoların arasındaki tek karanlık gölgelerdi ikisi.
Tüm bu karışıklığın ortasında
durdular, etrafı koklamaya başladılar. Aniden arkasını döndü cadı ve uzaklarda
ilerleyen adama baktı, ona doğru ilerledi. İkisi de aynalı gardiyanın yanında
durdular. Gardiyan onları görünce aynalardan gözlerini araladı; ‘Bunca uzun
zamanlardan sonra ne istediğimizi biliyorum kesin olarak.’
‘Kaos’ dediler aynı anda. ‘Ve kudret.’
Gardiyan herşeyi anlamıştı. Birkaç kişiye daha ihtiyaçları
olacaktı; büyük bir büyü istiyorlardı, büyük bir kaos, büyük bir güç, büyük bir
yıkım! Her türden cadıya ve her türden inanca ihtiyaçları vardı.
İnanç; gerçekliğin en büyük yaratıcısıydı.
Ejderha yılının ilk gecesinde, dünya olarak kova burcuna
girildiğinde, insan yılının ilk yeni ayı, o yılın ilk erkek ayı pırıl pırıl bir
tırnak bile değilken göğün bir yüzünde, beş cadı, beş garip ruh, beş deli
büyücü buluştular. Şifacı kimi otlarını tutuşturdu köşelerde, gardiyan sırlarını
ateşe çevirdi yüzüne yapışmış binbir ruhla, cadı yaktığı ateşi nefesiyle harladı
ve o sözleri söyledi.
Ateşin içindeki tek ve hiçten oluşan sarı elmayı aldı cadı
ellerine, elma renk değiştirdi, elma şekil değiştirdi, elma bir elma olarak
durmadı an’larda ve onlar o elmayı kestiler ve saplarına, tohumlarına değin
yediler beş kenarlı, yıldız meyveyi.
Gecenin sonunda ilk kararlar alınmış, ilk büyük ateşlerinin
ruhu hem içlerinde hem etrafta yanmaya başlamıştı. Bu, önemli bir davetti. Kaos gelecekti, getirilecekti; hem dünyanın
her yerindeki diğer hilkat garibeleri, hem de onlar tarafından.
‘Bundan böyle’ dediler,
‘İlk görevimiz, insanların dilinde şahsımızı belirten o
kelime, tüm güzel nesnelerin ruhların kendimize aidiyetini belirten o
kelimeler, hepsi, öncelikle beynimizin, sonra dilimizin kontrolünde olacak. Biz
o kelimeleri öylesine kullanmayacağız ki, o kelimelerin gücü büyüyecek,
dillerimizi ve zihinlerimizi öyle dikkatli kullanacağız ki; günü geldiğinde
kendimize ait olan o kelimeler, şahıslarımızla öyle bütünleşecek ve öyle
güçlenecek! O kelimeleri kullanmadıkça kendi sınırlarımızı öyle bilecek ve
öylesine hakim olacağız kendi gücümüze!’
‘İkinci görevimiz’ dediler;
‘Rüyalar görmek. Öteki dünyalarla, ruhlarla, hislerimizle
öyle bütünleşeceğiz ki, gözü açık ya da kapalı, isteyen ve istemeyen tüm
insanlar bizi düşlerinde görecek, biz geleceği düşlerimizde göreceğiz. Gelecek
düşlerimizle şekillenecek!’
‘Üç’ dediler;
‘Yazacağız. Kayıt tutacak ve her bir garibe, her bir fakire,
herkese anlatacak ve yayılacağız. Herkes kendince, kendi tanrılarıyla ve
ruhlarıyla, kendi güçleriyle, kendisi kadar bizi bilecek, tanıyacak, inanacak!
Böylelikle büyükten de büyük olacağız! Güzelden de güzel gelecek kargaşamız! Ne
geç ne erken, ne az ne de fazla! Tam zamanında ve tam olması gerektiği kadar!’
Gecenin sonunda ateşlerini yeni dünya için söndürdüler; yeni
dünyada tekrar, ancak daha büyük, ancak çok daha büyük alevlendirebilmek için!
İşte böyle sevgili dünyalılar, sevgili garipler, taşa
tapanlar, toprağı sevenler, albinolar, cadılar, cüceler, ölüler, ruhlar, deliler,
sevgili kardeşlerimiz...
Geceleri rüyanızda gezinen, size iki kelam eden kimi garip yaratıklar çıkarsa karşınıza, iyi
dinleyin; onlar biziz! Sizi ve tüm delileri kendinizin kudretine davet
ediyoruz, sizi kaosa çağırıyoruz! Biz ki kaos aşıkları, biz ki kaosun
çocukları, hepinizi, her nerede olursanız olun, ne yaparsanız yapın, ilahi
kargaşaya çağırıyoruz!
Körler köyünden hepinize selam olsun.